Dil ekolojisi kavramı, fikirleri daha eskiye dayanmakla birlikte (Voegelin ve diğerleri 1967), kapsamlı olarak ilk kez Norveç kökenli Amerikalı bilim insanı Einar Haugen’in 1971 ve 72 yıllarında yayımladığı çalışmalarında öne sürülen bir kavram ve dil çalışma yöntemidir. Bu çalışma alanında, diller ve dillerin konuşucuları arasındaki etkileşimlerin, dillerin hem güncel hem de tarihsel içerik, durum ve şartları göz önünde bulundurularak çalışılması esas alınmıştır. Buradaki ana fikir, dillerin içinde bulundukları sosyal, kültürel ve ekolojik şartlardan bağımsız olarak düşünülemeyeceği, aksine tüm bu şartlarla etkileşim halinde olduğu gerçeğidir. Bu fikir, 1970’ li yıllarda modern dilbilim teorisinin kurucu babası olarak kabul edilen dilbilimci, düşünür ve politikacı Noam Chomsky’nin öne sürdüğü ve dilin insan beyninde temsil edilen soyut yapılardan oluştuğu hipotezine bir karşı duruş olarak öne sürülmüştür.
Chomsky’nin aksine, Haugen dilin (canlı) bir organizma, o dili konuşan toplulukların ve bu toplulukların içerisinde bulundukları sosyal, ekonomik, politik ve doğayla ilgili şart ve durumların ise bahsi geçen dilin içerisinde yaşadığı çevre (environment) olarak görülmesi gerektiği fikrini savunmuştur. Dili bir organizma olarak görmek, onun da tıpkı diğer canlılar gibi bir hayatı olduğunu ve bu yaşamın belirli şartlar altında son bulacağı fikrini beraberinde getirmiştir. Bu fikir, biyoloji alanında hakim olan ekosistem ve ekoloji fikrinin, dil çalışmalarına uyarlanması sonucu ortaya çıkmıştır.
Haugen’in tezinden yola çıkarak, Şikago Üniversitesi öğretim üyesi Salikoko Mufwene (2001 ve sonrasındaki yayınları) dil ekolojisi kavramını farklı bir bakış açısı getirerek temellendirmiş ve geliştirmiştir. Mufwene, Haugen’in aksine, dilin bağımsız bir organizmadan ziyade, bir tür (species) olarak görülmesi gerektiği fikrini ortaya atmış ve dil ölümleri/kayıplarının ve dil kaymalarının (language shift) bu bağlamda incelenmesi gerektiğini savunmuştur. Dilin bir tür olarak görülmesi fikri, organizma veya bireylerin ölümlerinin gerçekleşmeleri durumunda, ölüm saati ve nedenlerinin açık bir şekilde ifade edilebildiği ölüm belgesi düzenlenebilirken, bunun dil ölümleri durumlarında geçerli olmaması gerçeğini göz önüne alarak öne sürülmüştür. Organizmaların aksine, dil ölümleri, hastalık veya soykırım gibi istisnalar haricinde, genel olarak uzun süreçler sonucunda ve, belirli ve tek bir sebepten ziyade, dilin ekolojisinde meydana gelen sosyal, ekonomik, doğal ve politik birçok nedenin birleşimi sonucunda gerçekleşmektedir. Dile, insanlar üzerinde yaşayan ve insanların kendilerinin şekillendirdiği bir tür olarak yaklaşmak, dilin hem modern dilbilim çalışmalarında da kabul gördüğü üzere tek bir varlıktan ziyade o dili konuşanların her birinin kullandığı farklı varyasyonlarının bir toplamı olarak görülmesi fikri ile, hem de dil ölüm ve kaymalarının gerçekleşme süreci ve gerçekleri ile daha uyumlu bir bakış açısı getirmektedir. Nitekim, dillerin kaybolması veya tehlike altına girmesi, o dili konuşan insanların zaman içerisinde, ekolojilerinde meydana gelen değişiklikler sebebiyle, giderek farklı dilleri tercih etmeye başlaması ve bu insanların sayısında meydana gelen artış sebebiyle meydana gelmektedir. Yani, dil değişimlerinin gerçekleşmesinde ana belirleyiciler, o dili konuşan insanlar ve bu insanların dil tercihlerinde meydana gelen değişikliklerdir. Dillerin bu süreçte, bağımsız bir organizma olarak etkin bir rol oynamasından ziyade, insanlara bağlı yaşamını sürdüren asalak (parasitic) canlılar gibi davrandıklarını ve böyle görülebileceklerini söylemek daha doğru olacaktır.
Birden çok dilin aynı çevreyi paylaşması, bir tür olarak diller ve dillerin belirli özellikleri (features) arasında bir yarış (competition) ortamı doğurmaktadır. Bu yarış, bir dilin, ve yahut bir dilin belirli özelliklerinin, tıpkı Charles Darwin’ce önerilen biyolojik türlerin seçilimi kuramında olduğu gibi, bu yarışta galip gelmesi yoluyla seçilimi (selection) ile dil kayıpları veya dillerin tehlike altına girmesi gibi sonuçlar doğurabileceği gibi, dilleri konuşanların karşılaştıkları şartlar neticesinde bilinçli veyahut bilinçsiz olarak aldıkları kararlar doğrultusunda farklı diller arasında bir iş bölümü ile de sonuçlanabilir. Bu duruma örnek olarak, Afrika’da bir çok ülkede, koloni devletlerinin dillerinin, genellikle elit kesimlerce, bir ortak dil (lingua franca) olarak konuşulması, ancak özellikle ilk öğretim kurumlarında ve halkın kendi arasındaki etkileşimlerinde yerel ve ana dillerini konuşmaları durumunu gösterebiliriz (Mufwene 2020a). Burada vurgulanması gereken nokta ise, diller arasında meydana gelen yarış ortamlarında dillerin daha çok pasif bir rol oynadıkları, yarışın ana belirleyicilerinin yine insanlar olduğu gerçeğinin, dilleri bir tür olarak görme fikriyle, dilleri bağımsız canlı organizmalar olarak görmekten daha çok örtüştüğüdür.
Şimdi de, yukarıda ayrıntıları ile bahsettiğimiz dil ekolojisi fikrinin, Türkiye’de konuşulmakta olan tehlike altındaki diller açısından önemini, bu süreci doğuran temel ekolojik sebepler ile birlikte inceleyelim. Bu amaç doğrultusunda, bu dillerden birisi olan Lazcanın Osmanlı Devleti döneminden günümüze değin, ekolojisinde meydana gelen değişikliklerin, bu dilin tehlike altına girmesine nasıl sebebiyet verdiğini göstereceğiz. Bu aşamada, unutulmamalıdır ki, her ne kadar, buradaki tartışmamız Lazca özelinde olacak olsa da, bashedilecek olan koşullar şu anda Türkiye sınırlarında konuşulmakta olan diller için de büyük ölçüde geçerlidir zira aralarındaki farklılıklara rağmen, tüm bu diller Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyeti dönemine geçişlerinde ve sonrasında benzer ekolojik koşullar içerisinde yer almışlardır ve bu dillerin günümüzde tehlike altında olmalarında belirli ve ortak ekolojik koşulların sebebiyet verdiği söylenebilir.
Hem genel itibariyle dünyada hem de Türkiye özelinde, dillerin tehlike altına girmesine sebep olan en yaygın sebep dil kaymalarıdır (Grenoble 2011). Dil kayması, literatürde uzunca tartışılmış ve farklı sebeplerle ilişkilendirilmiş olsa da biz burada bu kavramın dil ekolojisi kapsamında yorumlanmış halini temel olarak alacağız. Mufwene (2020a), dil kaymasını “bir dilin konuşucularının o dili kullanmak için giderek daha da azalan fırsat ve motivasyonlarının bir sonucu” olarak tanımlamaktadır. Anlaşılacağı üzere, yukarda da bahsedildiği gibi, bu tanımda ana odak dilden ziyade o dilin konuşucuları üzerindedir. Dolayısıyla, dil kaymaları durumunda, dillerin başka bir dille yer değişimi sonucu meydan gelen kaymalardan ziyade, o dili konuşan insanların dillerini değiştirdiğinden ve başka dillere doğru yönelmelerinden bahsetmek ve bunu vurgulamak önemlidir. İnsanların konuştukları dilleri hangi sıklık ve ortamlarda konuştukları konusundaki tercihleri ise, doğrudan o dilin ekolojisindeki koşullara bağlı olarak değişmektedir. Dolayısıyla, dil kaymaları ve buna bağlı olarak dillerin tehlike altına girmesi, belirli sosyal, ekonomik, politik ve doğal şartların bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
İçerisinde sayısız farklı etnik kökenden insanı barındıran Osmanlı İmparatorluğu döneminde devletin resmi dili Osmanlı Türkçesi idi. Ancak, günümüzdekinin aksine, yönetim altındaki tüm vatandaşların tek bir dil konuşması gibi bir zorunluluk yoktu. Osmanlı İmparatorluğu, çağındaki diğer birçok imparatorluk ve devletin aksine, himayesi altındaki azınlıklara gösterdiği büyük tolerans ve ayrıcalıkları ile tanınmaktadır (Ceylan 2002). Bu, bahsi geçen farklı etnik grupların vergilerini ödedikleri ve kurallara riayet ettikleri sürece, kendi dil ve kültürlerini diledikleri gibi kullanmalarına ve yaşatmalarından anlaşılmaktadır. Buna ek olarak, sancak sistemini uygulanan Osmanlı yönetimi süresinde, farklı azınlığa mensup vatandaşların devlet ile birebir iletişim halinde olmaları gerekmemekteydi çünkü sancakların yönetiminden sorumlu olan paşalar devlet ile vatandaşlar arasında bir bağ ve aracı görevi görmektelerdi. Daha da önemlisi, farklı etnik gruplar, ekonomik olarak hayatta kalıp geçinmeleri için de Osmanlı Türkçesi konuşmak zorunda değillerdi çünkü devletin ekonomik sistemi böyle bir zorunluluk gerektirmiyordu. Örneğin, Lazlar özelinde bakacak olursak, dağlık ve sarp bir coğrafyada yaşamakta olan Lazların Osmanlı döneminde balıkçılık ve hayvancılık ile uğraştıkları görülmektedir (Bucaklişi 2003). Yaşanan coğrafyanın dik ve yamaçlı olması, yüksek kesimleri ülkenin diğer kısımlarına bağlayan yolların azlığı, Lazların diğer topluluklarla daha az etkileşim içerisinde daha izole bir hayat sürmelerini gerektirmekteydi.
Bu ekolojik durumlarda, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılıp yerine Türkiye Cumhuriyetinin kurulması ile kısa bir süre içerisinde büyük değişimler meydana geldi. Kuruluş döneminde dünyanın birçok yerinde meydana geldiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir ulus devlet olarak kuruldu ve imparatorluğun aksine Türkçeyi devletin ulusal dili olarak belirledi. Daha da önemlisi, Türkçe aynı zamanda devletin sosyoekonomik yapısının da ana dili olarak benimsendi. Dolayısıyla, Osmanlı İmparatorlundakinin aksine, vatandaşların ekonomik olarak geçinebilmeleri ancak Türkçe konuşmaları yoluyla mümkün hale geldi.
Bunlara ek olarak, yeni kurulan devlet, hızlı bir sanayileşme sürecine girdi (Habib 1951). Memleketin birçok köşesine fabrikalar ve farklı noktaları birbirine bağlayan yollar inşa edildi. Bu sanayileşme süreci, şehirleşmeyi de beraberinde getirdi ve şehirler insanların ekonomik olarak daha cezbedici iş imkanlarının olduğu merkezler haline geldi. Lazlar özelinde, bu süreçte kurulan çay fabrikalarını büyük önem taşımaktaydı. Nilüfer Taşkın 2011’de Boğaziçi Üniversitesinde yazdığı tezinde, bu konuda, çay endüstrisinin Lazları ekonomik olarak, geçmiştekinin aksine, devlete bağımlı hale getirdiğinin altını çizmektedir. Çay tarımının yılın belirli zamanlarında ve özellikle kadınlar aracılığı ile yapılması, tarım alanlarının aile üyeleri arasında pay edilmesi yoluyla giderek küçülmesi ve insanların ekonomik ve sosyal açıdan daha fazla refah içerisinde yaşama istekleri sebebiyle, özellikle Karadeniz bölgesinden ülkenin diğer kesimlerine ve kırsal kesimlerden şehir merkezlerine büyük çapta göçler meydana gelmeye başladı. Bu göçler, daha evvelinde dağlık alanların uç noktalarında, genellikle birbirlerinden ve başka dilleri konuşan insanlardan izole bir hayat yaşayan Laz toplulukların, git gide toplumun diğer üyeleri ile kaynaşmasına ve etkileşimlerinin artmasına neden oldu.
Şehirleşme sürecinin Laz toplulukları hakkında Taşkın (2011), Demirtaş ve diğerlerinin çalışmasını (1996)’ü referans göstererek, modern ulus devletlerde, şehir merkezlerinin insanlar arasındaki farklılıkların “eriyerek kaybolduğu bir kap” gibi görülmesi gerektiğini ve dolayısıyla şehir merkezlerinde yaşamalarının, farklı etnik kökene sahip insanların kendi kültür ve diline dair karakteristik özelliklerini terk etmeleri ile sonuçlandığını belirtmiştir. Yine aynı eserinde, Taşkın şehir yaşamının cazibesinden herkes gibi etkilenen göç etmiş Lazların, Laz algısını daha öncesinde Lazca konuştukları için cezalandırıldıkları “eski ve hoş olmayan geçmişleri ve kırsal kesimdeki hayatları” ile ilişkilendirdiklerini bildirmiştir. İnsanlarda Lazcaya karşı gelişen bu olumsuz tutum, Lazca konuşmanın çocuklarının ilerde iyi ekonomik şartlarda yaşamalarını sağlayacak işlerde çalışmaları önünde bir engel olacağı düşüncesi ile birleşince, şehir merkezlerine göç eden Lazlar bilinçli olarak kendi aralarında ve özellikle de çocukları ile Lazca konuşmaktan çekinmiş ve bu durum da Lazcanın kullanım alanının giderek azalması ve en nihayetinde yeni neslin büyük oranda ya Lazcayı hiç bilmemesi ya da Lazca hakkında sadece kulak dolgunluğuna sahip olması ile sonuçlanmıştır.
Özetlemek gerekirse, Lazcanın Osmanlı İmparatorluğunun 600 yıllık hükümdarlık süreci boyunca tehlike altına girmeden hayatta kalması, ancak imparatorluğun yıkılması sonrasında kurulan ulus devlet ortamında 100 yıldan daha az bir süre içerisinde kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasının temel sebepleri ekolojisinde meydana gelen sosyal, politik ve ekonomik şartların değişminden kaynaklanmaktadır.
Burada vurgulanması gereken iki önemli nokta vardır: İlkin, bir dilin tehlike altında kalmasının ardında yukarıda saydığımız tüm etkenlerin payı bulunmasına rağmen, dil kaymalarının en temel sebebinin ekonomik kaygılar ve sosyoekonomik işleyişte meydana gelen değişiklikler olduğunu söyleyebiliriz (Harbert 2011). Mufwene (2018), bu durumun önemini bir Fransız deyişi ile özetlemektedir: “La langue doit nourrir son homme”, yani dil insanını beslemek zorundadır. İkinci olarak, Lazcanın tehlike altında olmasının ana sebebi, konuşucularının Lazcaya karşı geliştirdikleri olumsuz tutumlarından ötürü Lazca yerine Türkçe konuşmayı tercih etmeleri ve Lazcanın gelecek nesillere aktarımından bilinçli olarak imtina etmeleridir. Bu durum, bize yukarıda da bahsedildiği üzere, dil kaymalarında dillerden ziyade konuşucularının etkin bir rol oynadığı, dillerin bir tür olarak ancak konuşucularına fayda sağladığı ölçüde hayatta kalabileceği gerçeğini açıkça göstermektedir. Lazca, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu sonrasındaki dönemlerde Türkçe ile girdiği yarıştan bahsi geçen sebepler yüzünden mağlup olarak çıkmış, ve yarışı hem politik hem de ekonomik olarak daha güçlü bir statüye sahip olan ve çoğunluğun dili olan Türkçe kazanmıştır.
Lazcanın ekolojisinde meydana gelen değişimlerin ve doğurduğu sonuçların Türkiye’de konuşulmakta olan diğer tehlike altında olan dillere de büyük oranda genelleyebileceğimizden daha evvel de bahsetmiştik. Benzer durumlar, Türkiye ile sınırlı kalmamakta ve dünyanın birçok yerinde de gözlemlenebilmektedir. Nitekim, Mufwene (2020b) İrlanda’da 18. yy öncesinde İngiliz kolonicilerinin etkilerinin sadece şehirlerde sınırlı kaldığını, ancak Sanayi Devrimi ile tekstil endüstrisinin gelişmesi sonrasında kırsal kesimden şehir merkezlerine başlayan göç akımlarının şehirli nüfusun oranında büyük bir artışa sebep olduğunu belirtmektedir. Bu şehirleşme hareketi neticesinde, daha öncesinde kırsal kesimde İngilizceden soyutlanmış bir halde yaşayan ve İrlandaca konuşan topluluklar, tıpkı Lazların şehir merkezlerine göçleri sonrasında olduğu gibi, İngilizce ile tanışmış ve İngilizcenin İrlandacaya nazaran bu topluluklara ekonomik ve sosyal açıdan daha çok fayda sağlaması ve şehir hayatına daha kolay adapte olmalarını sağlamasından ötürü giderek İngilizceyi benimsemiştir. Bu durum sonucunda, İrlandaca kaybolmuş ve varlığı ancak İngilizcenin üzerinde yer alan lehçesel özellikleri ile sınırlı kalmıştır.
İrlandaca örneği, Lazcaya benzer durumların dünya genelinde de var olduğunu göstermekle beraber, Lazcanın tehlike altından çıkarılması ve yaşatılması yönündeki çalışmalar hakkında bizi bilgilendirmesi açısından da büyük önem arz etmektedir. Grenoble (2011), dillerin ekolojik özelliklerinin, dil planlamalarında dikkate alınması gerektiğinin altını çizmektedir. Nitekim, İrlandacanın tekrar hayata getirilmesi için geliştirilen ve bir yüzyıl boyunca uygulamada kalan dil okulları ve programları, maalesef büyük bir başarı elde edememiştir. İrlanda’dakinin aksine, Kanada’nın doğu kesimindeki Fransızca, bundan çok daha kısa bir süre içerisinde tekrar hayat bulmuştur. Mufwene (2017) bu iki durum arasındaki temel farklılığın, Kebek’te İrlanda’nın aksine Fransızcanın sosyal ve ekonomik işleyişte en az İngilizce kadar etkin bir dil statüsüne sahip olmasına bağlamaktadır. Bu örnek bize, Lazcanın ve birçok tehlike altındaki dilin kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya olmasının ana sebebinin ekonomik kaygılar ve değişiklikler olduğunu bir kez daha göstermektedir.
Her ne kadar günümüz koşullarında, ülkemizde konuşulmakta olan tehlike altındaki dillerin konuşucularına ekonomik açıdan fayda sağlayabilmesi gerçeklikten uzak gibi görünse de, şu gerçeğin altını tekrar ve tekrar çizmekte büyük fayda vardır. Bilimsel çalışmalar göstermektedir ki iki dillilik çocukların gelişimi açısından zararlı olmanın aksine, çocukların bilişsel gelişimleri açısından avantaj yaratmaktadır. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Belma Haznedar’ın başkanlığında 2018 yılında yürütülen ‘Türkiye’de Lazcanın Mevcut Durumu’ adlı raporda da ayrıntılı bir şekilde bahsedildiği üzere, tek ve iki dilli çocuklar birçok deneysel çalışmada benzer şekilde performans gösterirken, iki dilli çocukların özellikle çelişen bilgiler içeren görevlerde tek dilli çocuklardan daha başarılı oldukları gözlemlenmiştir (Bialystok, 2007; Bialystok, Craik, & Luk, 2008). Dolayısıyla, Lazlarda ve muhtemelen diğer azınlık dillerini konuşan birçok bireyde hakim olan ve Türkçe dışında ikinci bir dili konuşmanın, çocukların kafasında karışıklığa yol açacağı ve bu durumun çocukların eğitim hayatını ve dolayısıyla ilerdeki iş yaşantılarını ve ekonomik refah seviyelerini olumsuz etkileyeceği algısı yanlıştır ve bu algı bilimsel temellere dayanmadığı gibi bilimsel verilerce de çürütülmüştür. Buna ek olarak, günümüzde dünyada tek dillilikten ziyade iki dillilik daha yaygın olarak görülmektedir zira iki dilli konuşucuların sayısı tek dillileri geçmiştir (Polinsky 2018). Dolayısıyla, her ne kadar ekonomik şartlarda bir değişim yaratmamız zor olsa da, ülkemizde konuşulan tehlike altındaki dilleri kurtarabilmek için, bu dillerin konuşucularının etnik dillerini yeni nesillere bilinçli olarak aktarmamalarının önüne geçebilmek için çaba sarf etmemiz ve bu konuda bir bilinç oluşturmamız gerekmektedir.
Ömer EREN
Ömer Eren, Boğaziçi Üniversitesi Yabancı Dil Öğretimi bölümü lisans, ve Dilbilim bölümü yüksek lisans programlarından mezun olmuştur. Şu anda, Şikago Üniversitesinde Lazcanın söz dizimi ve biçimsel özellikleri arasındaki ilişkileri ile Lazcanın tehlike altındaki diller bağlamındaki durumu konuları üzerine araştırmalarını sürdürmektedir. Kendisine eren@uchicago.edu e-posta adresi üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kaynakça
Bialystok, E. (2007). Cognitive effects of bilingualism: How linguistic experience leads to cognitive change. International Journal of Bilingual Education and Bilingualism, 10(3), 210-223.
Bialystok, E. Craik, F. I. M., & Luk, G. (2008). Cognitive Control and Lexical Access in Younger and Older Bilinguals. Journal of Experimental Psychology: Learning, Memory, and Cognition, 34, 859 873.
Bucaklişi, İsmail Avcı. (2002). Lazlarda Sosyokültürel Değişim. Unpublished MA thesis: Marmara University.
Ceylan, E. (2002). The millet system in the Ottoman Empire, New Millennium Perspectives in the Humanities, 245-266.
Demirtaş, Sibel, Diken, Bülent & B. Gözüaydın, İştar, (1996) “Mekan ve .tekiler”, Defter, V. 28, Metis Yayıncılık, İstanbul.
Grenoble, L. A. (2011). Language ecology and endangerment. .In P. K. Austin & J. Sallabak (Eds), The Cambridge Handbook of Endangered Languages. Cambridge University Press.
Habib, H. (1951). Industrialization in Turkey, Pakistan Horizon, 4(1), 40-51.
Haugen, E. (1971). The ecology of language. The Linguistic Reporter, Supplement 25: 19–26.
Haugen, E. (1972). The Ecology of Language: Essays by Einar Haugen. Stanford University Press.
Haznedar, B., Avcı-Bucaklişi, İ., & Bakay, Ö. (2018). Yashayan Lazca projesi: Dogu Karadeniz ve Bati Karadeniz’de Lazcanın durumu. Ulusal Dilbilim Kurultayı. , Dokuz Eylül University, İzmir, Turkey.
Mufwene, S. S. (2001). The ecology of language evolution. Cambridge University Press.
Mufwene, S. S. (2017). Language vitality: The weak theoretical underpinnings of what can be an exciting research area. Language, 93(4), e202-e223.
Mufwene, S. S. (2020a). Language shift. The International Encyclopedia of Linguistic Anthropology. Wiley Online Library.
Mufwene, S. S. (2020b). Population structure and the emergence of world Englishes. In Edgar Schneider, Daniel Schreier, & Marianne Hundt (eds.) The Cambridge Handbook of World Englishes, 99-119. Cambridge University Press.
Polinsky, M. (2018). Heritage languages and their speakers (Vol. 159). Cambridge University Press.
Taşkın, N. (2011). Representing and performing Laz identity: This is not a rebel song. Unpublished MA thesis: Boğaziçi University.
Voegelin, Carl F., Florence M. Voegelin and Noel W. Schutz, Jr. (1967). The language situation in Arizona as part of the Southwest culture area. In Dell H. Hymes and William E. Bittle (eds.), Studies in Southwestern Ethnolinguistics: Meaning and History in the Languages of the American Southwest, The Hague: Mouton, 403–51.